Balkona
adımımı attığım anda neyle karşılaşacağımı biliyordum. Her zamanki gibi,
bitmeyecek hissi veren görünümü ve muhteşem sıkıcılığıyla İstanbul Boğazı
uzanıyordu önümde. Üstelik sadece bugün, en az yirminci kez. Boş gözlerle,
annem ve babam yanıma gelinceye kadar, öylece baktım sürekli karşıma çıkan tek
renk maviliğe. Neden gökyüzü mavisi diye ayrı bir renk var ki? Deniz de gökyüzü
de maviyken böylesine sıradan bir şeyi özelleştirmeye çalışmanın ne anlamı var?
Sanki bana inat muhakkak bir yerlerden karşıma çıkan, mavi işte. Herkesin âşık
olma gafletinde bulunduğu sıradan bir renk. Bahsettiğim “herkes”in içerisinde
yer almak ise, kendinize yapabileceğiniz en büyük hakaret. Tabi bunu sonradan
anlıyorsunuz. O uçsuz bucaksız gökyüzünden hızla düşüp yere çakıldığınız zaman.
“Bunu
da beğenmedi.”
Annemin
üzüntülü sesiyle arkamı döndüm. Söylenmeye alışmış yalanlar benden bile
habersiz döküldüler ağzımdan, “O nereden çıktı anne? Kim sevmez böyle
manzarayı! Hem zaten beğenmemiş bile olsam ,ki aklımdan bile geçirmem, burada
yaşayacak olan sizsiniz. Sizin ne düşündüğünüz önemli.” Babam sabahtan beri ev
gezmekten yorulmuş olacak ki bana destek çıkmaya karar verdi. “Metin doğru
söylüyor Hülya. Bizim karar vermemiz lazım. Evi oğlumuza almıyoruz ya, aksine o
bize alıyor. Vallahi ben çok sevdim burayı. Sen de mutfak dolaplarını çok
beğendin fark etmedim sanma. Gel buraya taşınalım.” Balkondaki ahşap
sandalyelerin birine kendini atarken babam, bir yandan da annemi gözlüyordu.
Annem ise içindeki kötülükten haberdar olmadığı maviliğe dalmıştı, düşünceli
görünüyordu. Sonunda yüzünde bir gülümseme belirdi ama şuan keşke hiç belirmeseydi
diyorum. Ardından söylediği her şey o gülümsemenin suçuydu çünkü. “Ne yalan
söyleyeyim, dolapları gerçekten beğendim. Manzarası da pek bir güzel, tıpkı
Elçin’imin gözleri gibi, değil mi Metin?”
O
an beyninde vurulmuşa dönen ben rolüme hemen geri dönemediğim için kendime
geldiğimde annemin ve babamın şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. “Haklısın anne.
Harika olur işte, çok sevdiğin gelinin hep yanında gibi hissedersin.” Onlara
yalan söylemekten her ne kadar nefret etsem de, anneme ve babama gerçekleri
asla anlatamazdım. En azından onlar mavinin saflığına inanır kalmalılardı. O da
rengin hatırı için.
“O
benim kızım, Metin. Gelin dediğin zaman kötü kayınvalideymişim gibi
anlaşılıyor. Ben onun annesiyim, o da benim kızım. Kızım ama, hasret kaldım
ona. Ne zaman dönecek?”
“Sahi
ya, Metin. Ne zaman geri dönecek? Çok özledik Elçin’i. Kız kendi ülkesini
unutacak yakında.” diyerek babam da söze dalınca terlemeye başladığımı
hissettim. “Bilemiyoruz ki, baba. Doktorlar da net bir şey söyleyemiyor kuzeni
hakkında. Bu yüzden yalnız bırakamıyor o da. Her şey netleşene kadar dönmesi
çok zor.” Yutkundum ve daha çok üstelememeleri için dua ettim. Annem babama
dönerek, “O da haklı ama Mehmet. Ne yapsın, kimsesi kalmamış kızcağızı yalnız
mı bıraksın? Orada olması lazım.” Yüzünde buruk bir gülümseme ile bu sefer bana
döndü, “O zaman burayı alalım Metin, ha? Baban ve sen de sevdiğinize göre.
Elçin gelince de dekorasyon işini hallederiz birlikte. O zamana kadar hiçbir
şeye dokunmayacağım.” Öyle bir günün asla gelmeyeceğinden habersiz annemin
nasıl planlar yaptığına şahit olmak bana birkaç ay önceki kendimi hatırlattı.
Ben de habersizdim hayallerimin birer birer paramparça olacağından. En azından
annem umutluydu ve o umudu kaybetmemeliydi. O da rengin hatırı için.
“Haydi,
gidip işlemleri halledelim o zaman!” dedim elimden gelen en neşeli sesi
çıkarmaya çalışarak. Annem babamın koluna girip duvar kâğıtlarının desenleriyle
alakalı bir şeyler anlatmaya koyuldu. Onlar önde ben arkada alt kata indik. Annemleri
eski evlerine bıraktım ve yapmam gerekenleri halledip yanlarına geri gittim.
Bütün eşyaları toplanmış evi görünce çocukluğumdaki gibi heyecanlandım bir an.
Çok severdim taşınmayı. Kolileri doldurmayı, bantlamayı. Yeni bir başlangıç
olacakmış gibi hissederdim her zaman, tüm değişimin bir yanılsama olduğundan
habersizdim tabi. Değişim, asla gerçekleri örtmüyordu.
Saat
dokuza kadar annem ve babamla kaldım. Çay eşliğinde, açılmasından korktuğum
konudan uzak bir sohbetin ardından kendi evime döndüm. Hiçbir şekilde denize
bakmayan küçük, şirin apartman daireme. Gün boyu renksiz olmak zorunda kalmış
olsam da, aslında çok renkli bir mimarımdır ben. Renkliden kastım, gerçekten
renkli. Her taraf gökkuşağı gibidir evimde ama yalnızca altı renkli olanından.
Mavi olmayan bir gökkuşağı bu. Mavisini yakın zaman önce kaybeden ve onsuz da
gayet güzel renk saçmaya devam edebilen gururlu bir gökkuşağı. Çok da memnun
halinden. Bir rengin yokluğu nedir ki? Geriye kalanlar neden yetmesin?
Fazlasıyla
yorulmuştum ve dünden kalan makarnamdan bir tabak yiyerek hemen odama yollandım.
Odam diğer yerlerden çok daha az renkli. Büyük çöküşümün izleri alan bana
özelleştikçe daha da ortaya çıkıyor. Burada her şey gri. Karabulutları alıp
eşyalara ve duvarlara iliştirmişim gibi duruyor. Yatakta da bulabildiğim en
sade ve gri renkli pike örtülü. Duman rengi perdelerden içeriye sızan ay
ışığının uyarısıyla düşüncelere çok dalmadan hemen üzerimi değiştiriyorum ve
yatağıma giriyorum. Maalesef, başladı ya bir kere geçmişe gitmeler, artık
durmaz. Her şeyin başına geri döndürür beni hatta bu sefer.
O
gece rüzgâr çok güzel esiyordu. Her zaman gittiğimiz kayalıklarda oturmuştuk.
Elçin’in en iyi arkadaşlarından birinin başına gelen komik bir olayı
dinliyordum, ya da dinlemiyordum. Dinlemiyordum çünkü ne anlattığı önemli
değildi. Gözlerine dalıp gidebilmem için bana bakması yeterliydi. Bu yüzden
adını “Derin” diye değiştirmeyi önermiştim pek çok kez çünkü benim için öyleydi
o. Depderin bir maviydi. Gülmüştü ona ilk kez fikrimi söylediğim zaman.
Saçmalamamamı söylemişti. Zaten ciddi değildim. İltifat etmenin değişik
yollarını düşünürken aklıma gelen bir şeydi sadece. O gece de tekrar aynısını
söyledim. O da bana aynı şekilde cevap verdi. Yüzük kutusunu cebimden
çıkardığımda ise bir anda kesinlikle saçmalamıyor olmuştum. Soyadını
değiştirmek saçma değilse adını değiştirmek de saçma değildir bence ama o
soyadını değiştirmeyi tercih etti.
Bir
buçuk sene öncesinde boğaz manzaralı ilk evimize taşındık. Arada bir Elçin çok
sevdiği için balkonda oturup manzarayı izlemeyi kabul ederdim, yani o öyle
zannederdi. Hiçbir zaman manzarayı değil, hep onu seyrettim. Fark edip başını
göğsümden kaldırdığı zamanlar kızacağını bilsem de gözlerini görmek unuttururdu.
Bazen bilerek omzuna dokunup manzarayı sevmediğimi söylemişliğim çoktur. Bir
şey demeyecek olsa bile muhakkak bana sinirli bir bakış atardı çünkü.
Taşınmamızdan yedi ay sonra elinde bir kan
testi sonucu ile karşımda durduğu zamanı hala hatırlıyorum. Yeni bir sıfat
kazanacağım gerçeğini çözmem normalden biraz fazla sürmüş olsa da kutlamaya
başlamak için yeterli vaktimiz kalmıştı. Aklımdan milyonlarca isim geçiriyordum
ama seçenekleri kısıtlamak için derin mavime ne hissettiğini sormuştum. “Hiçbir
şey.” Demişti gülerek. “Sadece karnımda sürekli gıdıklayan bir şey varmış
gibi.” O zaman ben de onunla gülmüştüm. Gerçekten bebeği için “hiçbir şey”
hissetmeyen bir kadın olduğu gerçeğini çok sonradan öğrenmiştim. Sonraki üç ay
çok zor geçmişti. Tatlı bir zorluk falan değil. Tavırları çok fazla değişmişti
ve çok agresifleşmişti. Kendimi benzer olaylara hazırlamıştım ancak bu kadarını
tahmin edemediğim için ben de bazen kendimi kaybedip, onunla tartışırken
buluyordum. Kendine daha çok dikkat etmesi gerekirken hiç özen
göstermiyor, eskisinden bile daha berbat
davranıyordu. Ne zaman konuşmaya çalışsam beni hep tersliyordu. Aramıza kötü
bir soğukluk girmişti. Üç ay sonrasında ise soğukluk eriyemez hale geldi.
Doktorlar düşük olduğunu söylediğinde inanmamam için hiçbir sebep yoktu. Üç
aylık bir bebek anne karnında başka neden ölebilirdi ki? İşin tuhaf tarafı
Elçin’i bu konuda kesinlikle suçlayabilirdim, kendine hiç dikkat etmiyordu ama
bu düşünceyi hemen uzaklaştırmıştım. Üzgün olduğum için öyle hissettiğime kendimi
ikna etmiştim, mavimi de daha fazla üzmeye gerek yoktu. Fazla da olmazmış
aslında, çünkü gerçeği öğrendiğinde hiçbir tepki vermedi ve eve gitmek
istediğini söyledi. Şoktan dolayı olduğunu sanmıştım ama yanılmışım. Aslında
hiç üzülmemiş. Kendi bebeğini isteyerek öldüren bir kadından, duygulu olması
nasıl beklenir ki? Hem de bunu kocasını aldattığı adamın isteğiyle yapan bir
kadın? Evet, geç olmuştu belki ama cep telefonunu karıştırdığım birkaç sefer
sonrası ve ardından yaptığım araştırmalar beni doktorla nasıl işbirliği
yaptıklarına, bebeğimizi nasıl öldürdüklerine, tavırlarının o kadar
değişmesinin sebebinin başkasıyla görüşüyor olmasına, çok kolayca götürdü.
İlginç bir şekilde, sinirlenmemiştim. Olanları bildiğimi ona anlattığımda da sinirlenmedim.
Aksine, o sinirlenmişti. Bana bağırmıştı. Kızmamı istemişti, ondan nefret
ettiğimi söylememi istemişti. Ağlamıştı da. Ağlayabildiğine inanamaz bir halde
hiç konuşmamış ve Fransa’ya gideceğini söylemesini beklemiştim. Öyle de
yapmıştı. Biraz zaman geçince geri döneceğini ve boşanma işlemlerini o zaman
başlatmamı istemişti. Ve sonunda gitmişti. Annemlere hiçbir şey anlatmadım.
Onun ailesi ise zaten Fransa’ydı. Yaptıklarını öğrendikten sonra kızlarını hala
kabul ederler mi, ya da zaten haberleri var mıydı, hiç öğrenmedim. Bilmek
istemedim çünkü. Öğrenip de belki bir miktar kalmış olan sevgimi de yok etmek
istemedim. Kendi aileme beraber büyüdüğü kuzeninin ve ailesinin büyük bir kaza
geçirdiğini ve kızın ailesini kaybettiğini, onun yanına gittiğini söyledim.
Evde kalmış bütün eşyalarını toplayıp denize attım. Bütün mavi şeyleri de
toplayıp onları da attım. Sonra bu daireye taşındım. Denizden, Elçin’den kalan,
maviden kalan her şeyden uzak bu daireye. Gökkuşağının renklerini altıya
indirdim kendime o kadar da kötü olmadığımı anlatabilmek için. İnandırdım da
ama aynısını yatak odama yapamadım. Orada gökkuşağımdan ziyade yağmur
bulutlarım açığa çıktı. Mavi hayatımdan çıkalı iki ay olmuş olsa da, fırtınam
hala dinmedi.
Perdenin
kıpırtısı ile başımı çevirdim. Sanki her şeyi tekrar yaşamışım gibi yorulmuş
hissediyordum. Gözlerim de nemlenmişti. Fırtınamın dinmediğini söylemiştim. Bu
gidişle de dinmeyecekti zaten. Asla.
Silkinip
çevreme bakındım. Kimsenin olmadığını zaten biliyordum ama yine de kontrol
etmek iyi hissettiriyordu. Sadece kendime yalan söylediğim o anın farkından
olmak...
Yanımdaki
yastığın altına uzanıp gökyüzü mavisi fuları çıkardım. Elime doladım ve kafamı
yastığa koydum. Evet, bu fuları atmadım ve bunun Elçin’e, derin mavime aldığım
ilk hediye olmasıyla, bana gözlerini hatırlatmasıyla, çok sevdiğini ve her gün
taktığını bilmemle ya da üzerine kokusunun sinmiş olmasıyla hiçbir alakası yok.
Maviyi hayatımdan çıkardım ama rengin bir suçu yok ki. Onun gitmesine gerek
yok.
Evet,
fuları saklıyorum. O da rengin hatırı için.
Mariposa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder