10 Eylül 2016 Cumartesi

MAVİNİN HATIRINA

Balkona adımımı attığım anda neyle karşılaşacağımı biliyordum. Her zamanki gibi, bitmeyecek hissi veren görünümü ve muhteşem sıkıcılığıyla İstanbul Boğazı uzanıyordu önümde. Üstelik sadece bugün, en az yirminci kez. Boş gözlerle, annem ve babam yanıma gelinceye kadar, öylece baktım sürekli karşıma çıkan tek renk maviliğe. Neden gökyüzü mavisi diye ayrı bir renk var ki? Deniz de gökyüzü de maviyken böylesine sıradan bir şeyi özelleştirmeye çalışmanın ne anlamı var? Sanki bana inat muhakkak bir yerlerden karşıma çıkan, mavi işte. Herkesin âşık olma gafletinde bulunduğu sıradan bir renk. Bahsettiğim “herkes”in içerisinde yer almak ise, kendinize yapabileceğiniz en büyük hakaret. Tabi bunu sonradan anlıyorsunuz. O uçsuz bucaksız gökyüzünden hızla düşüp yere çakıldığınız zaman.
“Bunu da beğenmedi.”
Annemin üzüntülü sesiyle arkamı döndüm. Söylenmeye alışmış yalanlar benden bile habersiz döküldüler ağzımdan, “O nereden çıktı anne? Kim sevmez böyle manzarayı! Hem zaten beğenmemiş bile olsam ,ki aklımdan bile geçirmem, burada yaşayacak olan sizsiniz. Sizin ne düşündüğünüz önemli.” Babam sabahtan beri ev gezmekten yorulmuş olacak ki bana destek çıkmaya karar verdi. “Metin doğru söylüyor Hülya. Bizim karar vermemiz lazım. Evi oğlumuza almıyoruz ya, aksine o bize alıyor. Vallahi ben çok sevdim burayı. Sen de mutfak dolaplarını çok beğendin fark etmedim sanma. Gel buraya taşınalım.” Balkondaki ahşap sandalyelerin birine kendini atarken babam, bir yandan da annemi gözlüyordu. Annem ise içindeki kötülükten haberdar olmadığı maviliğe dalmıştı, düşünceli görünüyordu. Sonunda yüzünde bir gülümseme belirdi ama şuan keşke hiç belirmeseydi diyorum. Ardından söylediği her şey o gülümsemenin suçuydu çünkü. “Ne yalan söyleyeyim, dolapları gerçekten beğendim. Manzarası da pek bir güzel, tıpkı Elçin’imin gözleri gibi, değil mi Metin?”
O an beyninde vurulmuşa dönen ben rolüme hemen geri dönemediğim için kendime geldiğimde annemin ve babamın şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. “Haklısın anne. Harika olur işte, çok sevdiğin gelinin hep yanında gibi hissedersin.” Onlara yalan söylemekten her ne kadar nefret etsem de, anneme ve babama gerçekleri asla anlatamazdım. En azından onlar mavinin saflığına inanır kalmalılardı. O da rengin hatırı için.
“O benim kızım, Metin. Gelin dediğin zaman kötü kayınvalideymişim gibi anlaşılıyor. Ben onun annesiyim, o da benim kızım. Kızım ama, hasret kaldım ona. Ne zaman dönecek?”
“Sahi ya, Metin. Ne zaman geri dönecek? Çok özledik Elçin’i. Kız kendi ülkesini unutacak yakında.” diyerek babam da söze dalınca terlemeye başladığımı hissettim. “Bilemiyoruz ki, baba. Doktorlar da net bir şey söyleyemiyor kuzeni hakkında. Bu yüzden yalnız bırakamıyor o da. Her şey netleşene kadar dönmesi çok zor.” Yutkundum ve daha çok üstelememeleri için dua ettim. Annem babama dönerek, “O da haklı ama Mehmet. Ne yapsın, kimsesi kalmamış kızcağızı yalnız mı bıraksın? Orada olması lazım.” Yüzünde buruk bir gülümseme ile bu sefer bana döndü, “O zaman burayı alalım Metin, ha? Baban ve sen de sevdiğinize göre. Elçin gelince de dekorasyon işini hallederiz birlikte. O zamana kadar hiçbir şeye dokunmayacağım.” Öyle bir günün asla gelmeyeceğinden habersiz annemin nasıl planlar yaptığına şahit olmak bana birkaç ay önceki kendimi hatırlattı. Ben de habersizdim hayallerimin birer birer paramparça olacağından. En azından annem umutluydu ve o umudu kaybetmemeliydi. O da rengin hatırı için.
“Haydi, gidip işlemleri halledelim o zaman!” dedim elimden gelen en neşeli sesi çıkarmaya çalışarak. Annem babamın koluna girip duvar kâğıtlarının desenleriyle alakalı bir şeyler anlatmaya koyuldu. Onlar önde ben arkada alt kata indik. Annemleri eski evlerine bıraktım ve yapmam gerekenleri halledip yanlarına geri gittim. Bütün eşyaları toplanmış evi görünce çocukluğumdaki gibi heyecanlandım bir an. Çok severdim taşınmayı. Kolileri doldurmayı, bantlamayı. Yeni bir başlangıç olacakmış gibi hissederdim her zaman, tüm değişimin bir yanılsama olduğundan habersizdim tabi. Değişim, asla gerçekleri örtmüyordu.  
Saat dokuza kadar annem ve babamla kaldım. Çay eşliğinde, açılmasından korktuğum konudan uzak bir sohbetin ardından kendi evime döndüm. Hiçbir şekilde denize bakmayan küçük, şirin apartman daireme. Gün boyu renksiz olmak zorunda kalmış olsam da, aslında çok renkli bir mimarımdır ben. Renkliden kastım, gerçekten renkli. Her taraf gökkuşağı gibidir evimde ama yalnızca altı renkli olanından. Mavi olmayan bir gökkuşağı bu. Mavisini yakın zaman önce kaybeden ve onsuz da gayet güzel renk saçmaya devam edebilen gururlu bir gökkuşağı. Çok da memnun halinden. Bir rengin yokluğu nedir ki? Geriye kalanlar neden yetmesin?
Fazlasıyla yorulmuştum ve dünden kalan makarnamdan bir tabak yiyerek hemen odama yollandım. Odam diğer yerlerden çok daha az renkli. Büyük çöküşümün izleri alan bana özelleştikçe daha da ortaya çıkıyor. Burada her şey gri. Karabulutları alıp eşyalara ve duvarlara iliştirmişim gibi duruyor. Yatakta da bulabildiğim en sade ve gri renkli pike örtülü. Duman rengi perdelerden içeriye sızan ay ışığının uyarısıyla düşüncelere çok dalmadan hemen üzerimi değiştiriyorum ve yatağıma giriyorum. Maalesef, başladı ya bir kere geçmişe gitmeler, artık durmaz. Her şeyin başına geri döndürür beni hatta bu sefer.
O gece rüzgâr çok güzel esiyordu. Her zaman gittiğimiz kayalıklarda oturmuştuk. Elçin’in en iyi arkadaşlarından birinin başına gelen komik bir olayı dinliyordum, ya da dinlemiyordum. Dinlemiyordum çünkü ne anlattığı önemli değildi. Gözlerine dalıp gidebilmem için bana bakması yeterliydi. Bu yüzden adını “Derin” diye değiştirmeyi önermiştim pek çok kez çünkü benim için öyleydi o. Depderin bir maviydi. Gülmüştü ona ilk kez fikrimi söylediğim zaman. Saçmalamamamı söylemişti. Zaten ciddi değildim. İltifat etmenin değişik yollarını düşünürken aklıma gelen bir şeydi sadece. O gece de tekrar aynısını söyledim. O da bana aynı şekilde cevap verdi. Yüzük kutusunu cebimden çıkardığımda ise bir anda kesinlikle saçmalamıyor olmuştum. Soyadını değiştirmek saçma değilse adını değiştirmek de saçma değildir bence ama o soyadını değiştirmeyi tercih etti.
Bir buçuk sene öncesinde boğaz manzaralı ilk evimize taşındık. Arada bir Elçin çok sevdiği için balkonda oturup manzarayı izlemeyi kabul ederdim, yani o öyle zannederdi. Hiçbir zaman manzarayı değil, hep onu seyrettim. Fark edip başını göğsümden kaldırdığı zamanlar kızacağını bilsem de gözlerini görmek unuttururdu. Bazen bilerek omzuna dokunup manzarayı sevmediğimi söylemişliğim çoktur. Bir şey demeyecek olsa bile muhakkak bana sinirli bir bakış atardı çünkü.
 Taşınmamızdan yedi ay sonra elinde bir kan testi sonucu ile karşımda durduğu zamanı hala hatırlıyorum. Yeni bir sıfat kazanacağım gerçeğini çözmem normalden biraz fazla sürmüş olsa da kutlamaya başlamak için yeterli vaktimiz kalmıştı. Aklımdan milyonlarca isim geçiriyordum ama seçenekleri kısıtlamak için derin mavime ne hissettiğini sormuştum. “Hiçbir şey.” Demişti gülerek. “Sadece karnımda sürekli gıdıklayan bir şey varmış gibi.” O zaman ben de onunla gülmüştüm. Gerçekten bebeği için “hiçbir şey” hissetmeyen bir kadın olduğu gerçeğini çok sonradan öğrenmiştim. Sonraki üç ay çok zor geçmişti. Tatlı bir zorluk falan değil. Tavırları çok fazla değişmişti ve çok agresifleşmişti. Kendimi benzer olaylara hazırlamıştım ancak bu kadarını tahmin edemediğim için ben de bazen kendimi kaybedip, onunla tartışırken buluyordum. Kendine daha çok dikkat etmesi gerekirken hiç özen göstermiyor,  eskisinden bile daha berbat davranıyordu. Ne zaman konuşmaya çalışsam beni hep tersliyordu. Aramıza kötü bir soğukluk girmişti. Üç ay sonrasında ise soğukluk eriyemez hale geldi. Doktorlar düşük olduğunu söylediğinde inanmamam için hiçbir sebep yoktu. Üç aylık bir bebek anne karnında başka neden ölebilirdi ki? İşin tuhaf tarafı Elçin’i bu konuda kesinlikle suçlayabilirdim, kendine hiç dikkat etmiyordu ama bu düşünceyi hemen uzaklaştırmıştım. Üzgün olduğum için öyle hissettiğime kendimi ikna etmiştim, mavimi de daha fazla üzmeye gerek yoktu. Fazla da olmazmış aslında, çünkü gerçeği öğrendiğinde hiçbir tepki vermedi ve eve gitmek istediğini söyledi. Şoktan dolayı olduğunu sanmıştım ama yanılmışım. Aslında hiç üzülmemiş. Kendi bebeğini isteyerek öldüren bir kadından, duygulu olması nasıl beklenir ki? Hem de bunu kocasını aldattığı adamın isteğiyle yapan bir kadın? Evet, geç olmuştu belki ama cep telefonunu karıştırdığım birkaç sefer sonrası ve ardından yaptığım araştırmalar beni doktorla nasıl işbirliği yaptıklarına, bebeğimizi nasıl öldürdüklerine, tavırlarının o kadar değişmesinin sebebinin başkasıyla görüşüyor olmasına, çok kolayca götürdü. İlginç bir şekilde, sinirlenmemiştim. Olanları bildiğimi ona anlattığımda da sinirlenmedim. Aksine, o sinirlenmişti. Bana bağırmıştı. Kızmamı istemişti, ondan nefret ettiğimi söylememi istemişti. Ağlamıştı da. Ağlayabildiğine inanamaz bir halde hiç konuşmamış ve Fransa’ya gideceğini söylemesini beklemiştim. Öyle de yapmıştı. Biraz zaman geçince geri döneceğini ve boşanma işlemlerini o zaman başlatmamı istemişti. Ve sonunda gitmişti. Annemlere hiçbir şey anlatmadım. Onun ailesi ise zaten Fransa’ydı. Yaptıklarını öğrendikten sonra kızlarını hala kabul ederler mi, ya da zaten haberleri var mıydı, hiç öğrenmedim. Bilmek istemedim çünkü. Öğrenip de belki bir miktar kalmış olan sevgimi de yok etmek istemedim. Kendi aileme beraber büyüdüğü kuzeninin ve ailesinin büyük bir kaza geçirdiğini ve kızın ailesini kaybettiğini, onun yanına gittiğini söyledim. Evde kalmış bütün eşyalarını toplayıp denize attım. Bütün mavi şeyleri de toplayıp onları da attım. Sonra bu daireye taşındım. Denizden, Elçin’den kalan, maviden kalan her şeyden uzak bu daireye. Gökkuşağının renklerini altıya indirdim kendime o kadar da kötü olmadığımı anlatabilmek için. İnandırdım da ama aynısını yatak odama yapamadım. Orada gökkuşağımdan ziyade yağmur bulutlarım açığa çıktı. Mavi hayatımdan çıkalı iki ay olmuş olsa da, fırtınam hala dinmedi.
Perdenin kıpırtısı ile başımı çevirdim. Sanki her şeyi tekrar yaşamışım gibi yorulmuş hissediyordum. Gözlerim de nemlenmişti. Fırtınamın dinmediğini söylemiştim. Bu gidişle de dinmeyecekti zaten. Asla.
Silkinip çevreme bakındım. Kimsenin olmadığını zaten biliyordum ama yine de kontrol etmek iyi hissettiriyordu. Sadece kendime yalan söylediğim o anın farkından olmak...
Yanımdaki yastığın altına uzanıp gökyüzü mavisi fuları çıkardım. Elime doladım ve kafamı yastığa koydum. Evet, bu fuları atmadım ve bunun Elçin’e, derin mavime aldığım ilk hediye olmasıyla, bana gözlerini hatırlatmasıyla, çok sevdiğini ve her gün taktığını bilmemle ya da üzerine kokusunun sinmiş olmasıyla hiçbir alakası yok. Maviyi hayatımdan çıkardım ama rengin bir suçu yok ki. Onun gitmesine gerek yok.
Evet, fuları saklıyorum. O da rengin hatırı için.

Mariposa

Hiç yorum yok: